"And I have found both freedom and safety in my madness, the freedom of loneliness and the safety from being understood, for those who understand us enslave something in us. But let me not be too proud of my safety. Even a Thief in a jail is safe from another thief. "

Khalil Gibran (How I Became a Madman)

Lübnan Marunîleri / Yasin Atlıoğlu

NEWS AND ARTICLES / HABERLER VE MAKALELER

Wednesday, March 19, 2008

Suriye-İsrail Barışı Mümkün mü?

Yasin Atlıoğlu*

Jonathan Freedland 12 Mart’ta İngiliz The Guardian gazetesindeki köşesinde Filistin Sorununu ele alıyor ve İsrail ile Filistin arasında bir barış sağlanabilmesi için öncelikle İsrail’in Suriye ile barışması gerektiğini belirtiyor. Yazar bu iddiasını güçlendirmek için makalesinde Filistinli gözlemci ve siyasi analist Hüseyin Ağa’nin sözlerine yer veriyor. Hüseyin Ağa Suriye’yi Hizbullah’ın nefes almasını sağlayan bir akciğere benzeterek Suriye’nin İsrail’le bir uzlaşma sağladığı takdirde Hizbullah’ın ve Hamas’ın İsrail’le olan çatışmasını sona erdirebileceğini, hatta İran’ın bile tavrını değiştirebileceğini söylüyor. Ardından da böylece İsrail’in kendini çok daha güvende hissedeceğini sözlerine ekliyor.(1)

Freedland, makalesinin devamında İsrail Suriye arasındaki bir uzlaşma için pek umutlu olmadığını, çünkü İsrail’in Suriye’ye barışın gereklerini yerine getirme konusunda güvenmediğini, İsrail Başbakanı Ehud Olmert’in de Golan Tepeleri’ndeki işgali bitirecek güce sahip olmadığını ve ABD Başkanı Bush’un böyle bir uzlaşma da İsrail’i engelleyeceğini iddia ediyor. Freedland’ın bu görüşlerine kısmen hak verilebilir. Fakat Freedland olayı analiz ederken çoğu Batılı’nın düştüğü hatayı tekrarlıyor ve soruna yönelik sadece İsrail tarafından ve İsrail’in güvenliği boyutunda bir yaklaşım ortaya koyuyor. Bundan dolayı biz de Freedland yaklaşımının bir anti tezi olarak diğer taraftan, yani Suriye’nin güvenliği açısından sorunu analiz etmeye çalışalım.

Suriye, son yıllarda varlığına yönelen büyük güvenlik riskleri ve tehditler ile karşı karşıya kalan bir ülke. Özellikle 2003 yılında ABD’nin Irak’ta başlattığı işgalin ardından Bush yönetiminin tehditkâr tavrından ve baskılarından bunalan Beşşar Esad yönetimi, sonraki hedefin kendisi olabileceği tedirginliğini sık sık üzerinde hissetti. Bush yönetiminin Suriye’ye yönelik suçlamalarının başında Iraklı direnişçilere ve Hizbullah’a destek, kitle imha silahlarına sahip olma gibi nedenler varken, 2005’ten sonra Lübnan’daki suikastların ve patlamaların azmettiricisi suçlaması da bu listeye eklenmiştir. Bu dönemde aynı zamanda ABD’nin desteklediği ve Batıdaki muhalif Suriyeli grupların kullanıldığı ülke içindeki beşinci kol faaliyetleri ile Beşşar Esad yönetimi yıpratılmaya da çalışılmıştır. Bu tür faaliyetler, Suriye gibi totaliter siyasi yapılanmaya sahip bir ülkede yönetimin güvenlikten kaynaklanan reflekslerinin yükselmesine ve insan hakları ihlalleri ve siyasi tutuklamaların sayısında artışa yol açmıştır. Bu durum Beşşar Esad döneminde başlayan reform politikalarının siyasi alanda olumsuz etkilenmesine de neden olmaktadır. ABD baskının yanı sıra Şam’ın yaklaşık 60 km ötesindeki Golan Tepeleri’nde 31 yıldır süren işgal ve İsrail’in her istediğinde neden bile göstermeye gerek duymadan Suriye topraklarına gerçekleştirdiği hava operasyonları halk düzeyinde güvenliğin çoğu zaman demokratikleşmenin önüne geçmesini ve milliyetçi reflekslerin artışını getirmektedir. Görüldüğü gibi Suriye de bölgede varlığına karşı güvenlik risklerini en az İsrail kadar hissetmektedir.

Bütün bu tehdit algılamalarına rağmen Beşşar Esad Suriyesi’nin bölgedeki komşularına karşı tehdit olduğunu, saldırgan politikalar izlediğini iddia etmek bölge var olan siyasi, ekonomik ve askeri güç dengeleriyle uyuşmamakta ve tek taraflı bir bakış açısını yansıtmaktadır. Aksine son yıllarda Suriye karar alıcıları her fırsatta uluslararası sistemle bütünleşme ve işbirliği adına yaptıkları açıklamalarla ve eylemlerle iyi niyetini göstermektedir. Suriye’nin iyi niyetli ve ılımlı dış politika davranışlarını, ekonomik ve askeri güçsüzlüğü (yalnızlığı) ve üzerinde hissettiği yoğun ABD baskısıyla açıklamak mümkün. Ama yeterli mi? Örneğin Lübnan’daki Suriye askerinin Nisan 2005’te tamamen çekilmesi uluslararası bir baskının sonucu olduğu kadar daha önce başlayan bir çekilme sürecinin devamı olduğunu unutmamak gerekiyor. 11 Eylül saldırılarının ardından El-Kaide hakkında Suriye yönetiminin ABD’ye sağladığı istihbarat desteği ve ülke içerisinde radikal dinci örgütlere yönelik operasyonlar çoğu zaman göz ardı edilmiş gerçekler. Suriye, bölgede sadece İran gibi ABD karşıtı radikal bir ülkeyle değil Türkiye gibi Batılı demokratik bir sisteme sahip bölgesel bir güçle de ilişkilerini geliştirme çabası içerisindedir. Aslında Suriye yönetiminin dış politikada gösterdiği iyi niyetin ve açılımcı tavrının bir takiye olup olmadığını anlamanın yolu diğer devletlerin Suriye ile kuracağı diplomatik ilişkilerde saklı. Oysaki Suriye’yi bölgede bir “günah keçisi” haline getiren Bush yönetimi döneminde, Mayıs 2003’te eski Dışişleri Bakanı Colin Powell’ın ve Nisan 2007’de Amerika Temsilciler Meclisi Başkanı Nancy Pelosi yaptığı Şam ziyaretleri dışında bu ülkeyle diplomatik temas kurmaktan özenle kaçınılmıştır. ABD tarafı zaman zaman bunu ahlaki değerlerle açıklamaya çalışmakta, terörü destekleyen ve ülkesini bir diktatör gibi yöneten Beşşar Esad ile temas kurmayı reddettiğini söylemektedir. Sanırım bir önceki Suriye Devlet Başkanı Hafız Esad ile veya günümüzde Suudi Arabistan gibi bir oligarşi ile kurulan ilişkiler düşünüldüğünde bu durumun ahlaki değerlerle değil çıkar ve İsrail’in güvenliğiyle açıklamak daha doğru olacaktır. Bununla birlikte diğer bir ABD çıkarı da Suriye’deki mevcut rejimin yerine konulabilecek bir alternatif olmadığı için yok edilmesinin göze alınamayacak olmasıdır. Ne İsrail ne de ABD, İsrail’in yanı başında Müslüman Kardeşlerin veya başka radikal dinci grupların yönettiği bir Suriye’yi tercih etmeyecektir.

Gelelim makalemizin esas konusuna. İsrail’in Suriye ile sağlayacağı bir barış Freedland’ın ve Ağa’nın dediği kadar büyük çaplı bir tesir silsilesi yaratabilir mi? Suriye gerçekten Hizbullah’ın bölgedeki akciğeri mi? İran Suriye için ne ifade ediyor? Aslında bu sorular üzerinde fikir yürütmeden önce bölgedeki mevcut devletler arasında kutuplaşmaları ve çatışma alanlarını uluslararası sistem boyutunda ele almak gerekiyor. Orta Doğu, ABD’nin Irak’ı işgalinden sonra hızla iki bloklu bölgesel bir cepheleşmeye doğru kaymaktadır. Cephenin bir tarafını Suriye, İran, Hizbullah ve Hamas oluştururken karşısında ABD, İsrail ve İngiltere bulunmaktadır. Rusya ve Çin ilk bloka dolaylı destek verirken Fransa gibi bazı AB ülkeleri de ikinci bloka katılma çabası göstermektedir. Bölgedeki Suudi Arabistan, Mısır, Ürdün ve Körfez Emirlikleri gibi Sünni Arap ülkeleri ise genellikle ikinci bloka yakın politikalar izlemektedir. Muhakkak ki onların tavrını etkileyen en önemli etken zaman zaman gündeme getirilen Sünni-Şii çatışması ihtimalidir. Bu çerçevede düşünüldüğünde Suriye yönetiminin uluslararası yalnızlığını yenmek için İran’a yakınlaşması reel-politik açısından normal bir durumdur. Suriye’nin Hizbullah’a siyasi destek verdiği Devlet Başkanı Esad dâhil tüm Suriyeli yetkililer tarafından kabul edilmektedir. Askeri destek verdiklerini kabul etmeseler de en azından Hizbullah giden silahların Suriye üzerinden ulaştırılması muhtemeldir. Hizbullah açısından askeri lojistik destek sağlamada Suriye bir akciğer işlevi görebilir. Fakat Suriye’nin desteği kesildiğinde -ki bu hiç kolay değildir- Hizbullah’ın İsrail’e karşı direnişini bitireceği, üstelik bunlara Hamas ve İran’ın katılacağı aşırı iyimser bir tahmindir. Bu noktada Hizbullah’ın Lübnan’da sadece elinde silah bulunduran bir askeri güç olmayıp aynı zaman da iyi örgütlenmiş ekonomik ve toplumsal bir direniş hareketi olduğunu anlamak gerekiyor. Diğer yandan Suriye’nin bulunduğu blokun dışına çıkarılması ve Batıyla yakınlaşması zor olsa da imkânsız değildir. Tabi ki bunun karşılığı başta Golan Tepeleri’nin geri verilmesi olmak üzere Batılı devletlerin Suriye’ye vazgeçemeyeceği ekonomik imkânlar sunması gerekecektir. Suriyelilerin kafasındaki İsrail karşıtlığını bitirmek için ise sükûnet ve barışın hüküm süreceği uzun yıllara ihtiyaç olacaktır.

Sorunun diğer tarafı olan İsrail’in tavrına baktığımız da durum oldukça farklılık arz etmektedir. İsrail’in, son 10 yıldır bölgedeki sorunlarla ilgili gerçekleştirdiği somut eylemler 1999 Mayıs’ında askerlerini Lübnan topraklarından çekmesi ve 2005 yılında Ariel Şaron’un Gazze Şeridi’ndeki tüm İsrail yerleşimlerini boşaltmasıyla sınırlı kaldı ki bu iki eylem bile birçok radikal İsrailli’ye göre verilmemesi gereken büyük tavizlerdi. Belki bunlara ara sıra İsrail basınında çıkan İsrail-Suriye barışına yönelik İsrailli karar alıcıların açıklamalarını ve iki ülke arasında devam ettiği söylenen gayri resmi gizli görüşmeleri de ekleyebiliriz. Bu süreç içerisinde gerçekleştirdiği pek çok eylem ise İsrail’in bölgedeki saldırgan ve tek taraflı tutumunu ortaya koymaktadır. Ariel Şaron’un, İkinci İntifada’yı başlatan 2000 Eylül’ündeki Mescid-i Aksa ziyareti, 2002 yılındaki Batı Şeria’nın İsrail tarafından işgali, Filistin’de sivil halka ve Hamas liderlerine karşı saldırılar, 2006 yazında Lübnan’da 1000 civarında -çoğu sivil- insanın öldüğü askeri operasyon, Suriye topraklarına düzenlenen hava saldırıları ilk aklımıza gelen eylemler..İsrail’in bölgede nükleer silah sahip olan tek ülke olduğunu da hatırlatmakta yarar var. Tüm bu yakın tarihli eylemler bölge ülkelerinde İsrail’e karşı var olan tedirginlik ve güvensizliği arttırmaktadır.

Filistin Sorununu veya daha genel deyişle İsrail-Arap çatışmasını son 10 yılda meydan gelen olaylarla açıklamak tabi ki yeterli değil. Bu sorun, dini, ideolojik ve tarihi derinliği olan büyük bir travmadır, çoğu zaman Arap ve Yahudilerin bir var olma mücadelesine dönüşebilmektedir. Böylesi bir sorunun çözümü kolay olmasa bile kısa vadede çatışmanın boyutunu daraltmak, gerginliği azaltmak ve ilişkileri normalleştirmek de önem arz etmektedir. Bundan dolayı ilgili tüm tarafların karşılıklı tavizler vermesi bir güven ortamının inşa edilmesi için gereklidir. Şu an çatışmanın güçlü tarafı olan ABD ve İsrail, daha fazla gayret, iyi niyet ve taviz göstermeksizin uzlaşmanın olması mümkün değildir.

Orta Doğu’nun geleceği hakkındaki idealist fikirler realist çıkar ilişkileriyle uzlaştırılmak mecburiyetindedir. Eğer bunlar yapılmazsa ne Suriye-İsrail ne de İsrail-Filistin arasında oluşacak suni barış görüşmeleri gerçekte anlam ifade edecektir. ABD ve İsrail’in bölgede yönettiği kriz durumu ise bölgede radikalleşen zihniyetler ve uluslararası sistemde meydana gelecek güç kaymaları sonucu bölgeyi daha büyük bir çatışmaya sürükleyebilir. ABD’nin 2000’li yıllarda bölgeye getirdiğini iddia ettiği demokrasi, özgürlük, insan hakları gibi kavramların içi, radikal azınlık milliyetçilikleri (mikro faşizm) ve vahşi bir kapitalist zihniyetle doldurulmuş olduğundan dolayı bölgedeki ulus-devlet yapılanmalarını tehdit etmekte, toplumsal ve siyasal parçalanmışlığı teşvik etmektedir. Yine Orta Doğu’ya dayatılan demokrasi kavramının, en temel insan hakkı olan “yaşama hakkını” Irak, Filistin ve Lübnan gibi kriz bölgelerinde yok sayması, ekonomik eşitsizlik ve fırsat eşitliği gibi değerleri içermemesi, Orta Doğu insanını savunmacı ve Batı karşıtlığı üzerinden hareket eden topyekûn bir tepkiye sürüklemektedir.

* Araştırmacı-Yazar

E-mail: yatlioglu@yahoo.com

(1) Jonathan Freedland, “To rescue the two-state solution, Israel must make peace with Syria”, The Guardian, 12 Mart 2008

Not: Bu makale BİLGESAM'ın internet sitesinde yayınlanmıştır.